Nasıl denk geldiysem tanıdık bir sese, bilindik bir şiire denk geldim. İbrahim Sadri "Ben sevdim mi adam gibi severim" dediğinde daha ergenliğin sancılarını yaşayan, küçücük bir kızdım. Bedenim de, yaşım da, aklım da, ruhum da küçüktü o zamanlar. Hayallerimle İstiklal'e dalar, başımda kavak yelleriyle uçuşurdum. Tam da bu şiir yeni çıkmıştı İbrahim Sadri "denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe" derken ben de nasıl olduğunu anlamadan düştüm ateşin en yakıcı haline. İlkti, ilk aşkım... Ne olduğunu bile anlamıyordum, adını koyamıyordum çünkü bünyem bilmiyordu bunun anlamını. Daha önce hiç tatmamıştı, yaşamamıştı. Annemle babama da soramıyordum, arkadaşlarıma da, ona da... Takip ederdim gizlice, peşinden giderdim, evden iyice uzaklaştığımda, ya da onu götürecek otobüse bindiğinde görünmeden dönerdim. Beni görüyordu, seviyordu ama küçük bir kız gibi, öyleydim de o zamanlar ama aşkım büyüktü, benden, ondan, hatta İstanbuldan bile büyüktü ama görmüyordu, bilmiyordu. Onun için acı çekiyordum hem de ne acı. Ne yanıyordu canım, kendime inkar edip duruyordum, sevmiyorum, aşk değil bu, düşünmüyorum, unuttum onu diye ama nafile. Belki de sevdiğim bu tuhaf haldi bilmiyorum. Belki de şiirde dediği gibi ben yangını seviyordum. Kendime itiraf ettikten sonra, acısına katlanmaya geldi sıra. O bana gelince mutlu oldum, uzaklaşında yine atıldım ateşin en yakan haline. Alıştım, küçücükken olgunlaştım, uykularım kaçtı, geceleri hem terledim, hem titredim. Hiçbir şey, hiç kimse beni teselli edemiyordu. En çok da kendim kendimi teselli edemiyordum. En güzel yıllarımda böyle bir acıyı halk etmiyordum. Nereden bulaşmıştı bu hastalık bana, nasıl da kapılmıştım. Onu gözümde öyle büyüttüm, öyle ulaşılmaz kıldım ki tüm mutluluğumu ona bağlı sandım, tabii ki yanıldım, hayat bana kimseye böyle bağlanmamam gerektiğini öğretecekti ama o zaman daha çok erkendi.
Onunla yaşadığım ya da yaşayamadığım ne varsa, adı da çok önemli değil, ister aşk olsun ister heves önemli olan bu değil. Ben artık bununla yaşamaya alışmıştım, acıya alışmış hatta uyuşmuştum. Üzerime sinen bir koku gibi, tenimde bir yara gibi taşıyordum bu hissi artık. Sonra bir gece tuhaf bir gürültüyle uyandım. Ayağa zor kalktım koştum annemle babamın odasına, sarıldım onlara. Bu büyük sarsıntı ve gürültü yüreğimden geliyor sandım. Artık İstanbul bile çektiğim acıya dayanamadı isyan ediyordu. Adı neydi bunun? Bu korkunun, bu yıkımın, bu sarsıntının? 17 Ağustos 1999 du tarih. Deprem... adı buydu, deprem. Onu da ilk kez tanımıştım, adını bu yüzden bilmiyordum tıpkı aşk gibi...
Taksim meydanında kalabalığa karıştığımızda bile aklım ondaydı, acaba iyi miydi? Deprem onu da sarsmış mıydı, yıkmış mıydı, beni yıktığı gibi? Aşkla deprem arasında çok da büyük bir fark yoktu aslında. Birden geliyor, sarsıyor, yıkıp geçiyordu. Sonra sen, kalıntılar ve küller arasından yeniden çıkıp ayağa kalkıyordun. Bu kez daha güçlü halde toprağa salıyordun temellerini ki başka bir deprem seni yıkamasın, aniden gelince böyle sarsmasın, yıkıntıya dönüştürmesin, küçük çatlaklarla atlat diye.
Ondan sonra derim kalın, kalbim daha sert oldu. Bu kadar incinmesine, böyle acımasına, ateşin bu kadar yalmasına izin vermedim ama tabii ki yine yandım, yine aşka düştüm. Ben yangını sevdim, ben seni hiç sevmedim ki ben sevdim mi adam gibi severim diye avuttum kendimi. Ve sonunda kendimi nasıl avutacağımı da öğrendim, nasıl yanılacağını da, nasıl yakılacağını da. Ve artık hepsinin adını koyabiliyordum. Tanıyordum her hissi, her acıyı, her duyguyu... Deprem gibi aniden vurduklarında şaşırmıyordum hazırlıklıydım artık. Aşk da deprem gibi aniden geliyor, yıkıyor, deviriyor ama sağlamsa temelin yine de ayakta kalıyorsun.
Onunla yaşadığım ya da yaşayamadığım ne varsa, adı da çok önemli değil, ister aşk olsun ister heves önemli olan bu değil. Ben artık bununla yaşamaya alışmıştım, acıya alışmış hatta uyuşmuştum. Üzerime sinen bir koku gibi, tenimde bir yara gibi taşıyordum bu hissi artık. Sonra bir gece tuhaf bir gürültüyle uyandım. Ayağa zor kalktım koştum annemle babamın odasına, sarıldım onlara. Bu büyük sarsıntı ve gürültü yüreğimden geliyor sandım. Artık İstanbul bile çektiğim acıya dayanamadı isyan ediyordu. Adı neydi bunun? Bu korkunun, bu yıkımın, bu sarsıntının? 17 Ağustos 1999 du tarih. Deprem... adı buydu, deprem. Onu da ilk kez tanımıştım, adını bu yüzden bilmiyordum tıpkı aşk gibi...
Taksim meydanında kalabalığa karıştığımızda bile aklım ondaydı, acaba iyi miydi? Deprem onu da sarsmış mıydı, yıkmış mıydı, beni yıktığı gibi? Aşkla deprem arasında çok da büyük bir fark yoktu aslında. Birden geliyor, sarsıyor, yıkıp geçiyordu. Sonra sen, kalıntılar ve küller arasından yeniden çıkıp ayağa kalkıyordun. Bu kez daha güçlü halde toprağa salıyordun temellerini ki başka bir deprem seni yıkamasın, aniden gelince böyle sarsmasın, yıkıntıya dönüştürmesin, küçük çatlaklarla atlat diye.
Ondan sonra derim kalın, kalbim daha sert oldu. Bu kadar incinmesine, böyle acımasına, ateşin bu kadar yalmasına izin vermedim ama tabii ki yine yandım, yine aşka düştüm. Ben yangını sevdim, ben seni hiç sevmedim ki ben sevdim mi adam gibi severim diye avuttum kendimi. Ve sonunda kendimi nasıl avutacağımı da öğrendim, nasıl yanılacağını da, nasıl yakılacağını da. Ve artık hepsinin adını koyabiliyordum. Tanıyordum her hissi, her acıyı, her duyguyu... Deprem gibi aniden vurduklarında şaşırmıyordum hazırlıklıydım artık. Aşk da deprem gibi aniden geliyor, yıkıyor, deviriyor ama sağlamsa temelin yine de ayakta kalıyorsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder